Alışılagiden

Gidiyordu işte. Mülakatı geçmiş, sağlık kontrollerini bitirmiş ve nihayet evrak işlerini de tamamlamıştı. Henüz salamadan köklerini, onu bu topraklardan söküp alacak trende, kendisine ayrılan koltuğun ucuna usulca yerleşti. Geçmişi, geleceği, kaygıları ve hayalleri… Tek bir bavula sığmıştı hayatı.

17.2.1964. Şeker Bayramı’nın 3. Günü, Pazartesi. Kazanın istimi çoktan hazırdı çarkları döndürmeye. Tazyikle havaya karışan buhar, hasmının üzerine atılacak bir boğanın kesik soluğuydu sanki ve kırsalın soğuğunda uzansa dokunabileceği kadar yoğundu, ıslak kömür kokuyordu. Acı acı öttürdü düdüğünü kara tren. Son kucaklaşmalar, son öpüşler için verilen bir ikazdı bu. Bayram ziyaretini tamamlayıp çalıştıkları şehirlere dönenler yolculanıyordu daha çok. Kirli camın üzerindeki buğuyu, bir çocuğun başını okşarcasına yavaşça ve şefkatle sıyırdı avucuyla, şaşırtacak bir şey görmedi. Gökten çil çil altın da yağsa şaşıracak bir hali yoktu zaten. Ne sarılabileceği ne de vedalaşabileceği kimsesi vardı istasyonda. Yalnızdı. Yapayalnız. Bu yüzden bir ihtardı bu düdük onun için. “Bak Kâzım, inmek istersen son şansın!” diyordu.

Eşini, talihsiz bir kazada kaybettiğinden bugüne, sadece dört ay geçmişti. Bahçedeki elektrik kaçağının kurbanı olmuştu eşi. Bir anda. Haberi aldığında berber dükkânındaydı. Kısılmış gözlerini duvardaki saate dikmiş, neyi unuttuğunu hatırlamak istercesine dudaklarını kemirirken titreyen elindeki ağzı açık makasla kalakalmıştı ayakta. Sonrasında kekeleyerek “Daha bizim ka-ka-kasap gelecekti tıraşa” diyebilmişti sadece. Evden çıkarken dimdik ve sapasağlam uğurlamıştı Behiye’si. Sabah vardı… Derken yoktu… Varla yok arasındaydı yaşam.

Takip eden günlerini de hep varla yok arasında yaşadı. İsyanı vardı, öfkesi yoktu. Nefes almak istemiyorsa da sezdirmeden şişiyor ve sönüyordu ciğerleri. Tek bildiği, en büyüğü on yedi yaşındaki dört kızı için bir yerlere tutunmak zorunda olduğuydu. Köy çocuğuydu. Babalığı bilirdi ama analığı değil; kızlara tek başına bakamazdı. Yemek yapamaz, evin düzeninden anlamazdı. Yeniden evlenmekse hiç geçmiyordu aklından, sevdiği kadına ihanet edemezdi. Fakirlerdi. Para kazanması lazımdı ancak dükkâna gitmek bir yana, köyde durmak bile çok zordu. Evde, bahçede; uzanırken, otururken, yürürken, her an her yerde üstüne çullanan hatıralarla karanlıklar içerisinde kayboluyor, çıkış yolunu gösterecek bir ışık arıyordu. Meydanda asılmış bir ilanda buldu umudunu. 1961 Almanya-Türkiye iş gücü antlaşması hâlâ yürürlükteydi. Yeni işçi kafileleri gönderilecekti. Gönüllülerin müracaatı isteniyordu.

“Muhtarın oğlu” diye mırıldandı, köyden ilk gidendi. Çoktan bir düzen kurmuş, ne çok para kazandığını bire bin katarak anlatıyordu. Fötr şapkası, koltukaltına sıkıştırdığı kasetçalarıyla, gerine gerine dolaşıyordu izninde. Daha iki sene evvel kimse yüzüne bakmazken değişmiş, sözü dinlenen bir adam olmuştu.

Dalından düşen Kâzım için savrulmak çok kolaydı. Kızları önce Allah’a, sonra birbirlerine ve nihayetinde köydeki teyzelerine emanet edip tüm zorluklarına rağmen, yeni bir hayatın peşine düşmesi, kesinlikle en hayırlısıydı. Böyle avuttu kendini. Almanya, hepsini kurtaracak bir kazanç kapısı mıydı yoksa çocukların sorumluluğundan kaçabilmesi için bir bahane miydi? Fedakâr mıydı, bencil miydi? Gitmek miydi cesaret isteyen, kalmak mıydı? Bir kez bırakıp gittiğinde zaman geçtikçe zorlaşır mıydı dönmesi? Ve… Her sıkıştığında gitmek, alışkanlık yapar mıydı?... Zaman cevaplayacaktı kafasındakileri. İnmedi trenden. Gidiyordu ve hep gidecekti artık…


İlginizi Çekebilir

BUL-AŞ

Gözde ILGAZ