İki Damla Yaş

Banliyö treninde boş yer bulunca oturmuş ve kitabımı açıp okumaya başlamıştım. İkinci istasyonda vagon öylesine doldu ki üçüncü istasyondaki yolcuların binebileceğini sanmıyordum. Ve tam da tahmin ettiğim gibi oldu, vagon mahşer yeri gibi kalabalıklaştı. 
Kalabalığın uğultusuna rağmen okuma çabamdan vazgeçmiyordum. Elimdeki kitap “Stefan Zweig’in Amok Koşucusu”ydu; öykünün sürükleyiciliği kitabı elime adeta yapıştırmıştı. Birkaç istasyon gittikten sonra trenin raylarda beşik misali her sarsılışında, yanı başımda ayakta durmakta hayli zorlanan kadın, omuzuma yaslanıyordu. Tren ilerledikçe tek bedenmişiz gibi uyum içinde sarsılıyorduk ve artık satırları takip etmekte zorlanıyordum. Bu koşullarda okumak imkânsızdı. Kitabı kapayıp çantama koydum, kadına yer vermek üzere ayağa kalktım. Arkası dönüktü kadının, yüzünü göremiyordum. Omuzuna dokunarak;
     “Buyurun oturun.” dedim.
Kadın otururken yüzünü bana döndü;  “Teşekk… Sen!” dedi. Şaşkınlıkla açılmış gözlerinde, buğulu bakışlardan eser kalmamıştı. Evet, o idi. Bakışlarımız kilitlenmişti ve kalbim göğsümü zorluyordu.
    “Sen… Şey... Nasılsın?” 
Seni gördüğüme sevindim, demeyerek duygularıma ihanet ettim. Yalnızca  “İyiyim.” dedim ve sen nasılsın diye sormadım. Son görüşmemizden dokuz yıl sonra karşılaşmamız şoke edici bir sürprizdi. İyiyim dememin üzerinden belki birkaç saniye, belki de birkaç yıl geçmişti, bunu bilemiyordum; zaman anlamını yitirmişti. Nice sonra nezaket kuralına boyun eğerek “Sen nasılsın?” diye sormak zorunda kaldım. Nefes ritmini kontrol edemiyordu. Birkaç kez yutkunduktan sonra “İyiyim.” diyebildi.
Ben suskun kalmayı yeğledim ama o, konuşmaya nereden başlayacağına karar verememenin sıkıntısını yaşıyordu. Haksız da sayılmazdı. Ayrılmamızın daha doğrusu beni terk etmesinin üzerinden on üç, son görüşmemizin üzerinden dokuz yıl geçmişti. Yıllarca ruhumda taşıdığım bir gün döneceği umudumu, kendime bile itiraf edemiyordum. İşte şimdi o umudun kapısı aralanmıştı. Beynimin içi volkan gibi kaynıyor, bilincim ve ruhum ne istediğime, nasıl davranmam gerektiğine dair bir ipucu vermiyordu.
On üç yıl önceki ayrılığımız da dokuz yıl önceki karşılaşmamız da ilişkimizin başlamasına ve niteliğine yakışır şekilde olmamıştı. Ayrılığı dayatması, sonraki görüşmemizdeki samimiyetsiz, gerçek duygu ve düşüncesini yansıtmadığı ayan beyan belli olan davranışı, az da olsa O’nun değerini düşürmekten ve beni üzmekten başka şeye yaramamıştı. Bilinçaltımın garip oyunu, keşke şunu söyleseydim, keşke şöyle davransaydım diyerek birçok yeni konu üretmiştim. Bir gün karşılaşırsak bütün bunları söylerim diye düşünüyordum. Şimdi karşılaştık ama ben hepsini unuttum. Ta o zaman bile “Ben ayrılma kararı aldım.” dediğinde,  beraberliğimizin başlamasına sen tek başına mı karar vermiştin ki ayrılığa tek başına karar veriyorsun diye sormamıştım. O da birçok konu üretmiş olmalıydı. Böylece konuşacak çok konu birikmişti.
Son görüşmemizdeki kırıcı tutumu nedeniyle öfkeli ve kırgındım. Bu nedenle susmayı tercih etmiş, konuşmayı başlatma ve sürdürme yükünü, intikam alırcasına ona yüklemiştim. Tren sarsıla sarsıla ilerliyor, o gözlerime bakamıyor, belli ki konuşmaya nereden başlayıp neler konuşacağını kurguluyordu. Daha fazla dayanamadı. “Nereden, gazeteden mi?” diye sordu.
Son görüşmemizde gazetede çalışmıyordum ve o günden iki yıl sonra başlamıştım. Bu sorusuyla beni takip ettiğini ele vermiş oldu. Sanki elime koz geçmiş gibi hunharca bir haz doldu içime.
    “Hayır, (yayınevinden diyecektim, vaz geçtim) başka yerden.” demekle yetindim.
Merak etsindi. Ve ona, sen nereye diye sormayacak, konuşmanın önünü açma kolaylığı sağlamayacaktım. Ne söyleyecekse kendiliğinden söylesindi. Bazı ortak tanıdıklardan söz açtı, görüşüp görüşmediğimi sordu. Düzenli olarak kimseyle görüşmediğimi, birkaçıyla tesadüfen karşılaştığımı söylemekle yetindim. Dolaylı yoldan kendisi hakkında bir şeyler duyup duymadığımı mı merak ediyordu acaba?
Son istasyona kadar görüştüğü ortak tanıdıklarla neler yapıklarını neler konuştuklarını anlattı, uzun uzun. Anlattıklarında bizi veya beni ilgilendiren bir konu yoktu. Son istasyona gelince birlikte indik trenden.
    “Zamanın uygunsa biraz oturalım mı, çay,  kahve içeriz.” dedi.
Reddedemedim. Uygun bir yer bulmak için bir hayli yürüdük.
    “Hatırlıyor musun, bir defasında Yenikapı’dan Bakırköy’e, bir defasında da Bakırköy’den Menekşe’ye kadar yürümüştük.”
O yürüyüşlerimiz muhteşemdi. Yan yana, can cana söyleşerek yürür, duygu ve hayal ortaklığımızı geliştirir, onca yolun ne çabuk bittiğine şaşırırdık.
    “Hatırlıyorum.” dedim.
O günler, bir daha asla benzeri olmayacak, sonradan büyük bir özlemle anacağım mutlu günlerimizdi. Bunu hatırlatmasının özel bir amacı olduğunu düşündüm.
    “Bir defasında da Cennet Mahallesi’nden Yeşilköy’e yürümüştük. Bir sokakta kaldırıma harç dökülmüştü ve henüz kurumamıştı. Oraya tıpkı ergen çocuklar gibi, seni seviyorum Süheyla diye yazıştım.”
Yüzünün her hücresine yayılan mutlu gülümsemesiyle “Evet, hatırlıyorum!” dedi.
   “Dokuz yıl önce seninle görüşmeye gelirken oradan geçmiştim. O yazıların üzerine başka harç dökülerek parke taşı döşenmiş, alttaki yazılar sonsuza kadar okunamaz olmuştu.” dedim.
Yüzündeki gülücük bir anda soldu ama bana göre de biraz zorlamayla yeniden gülümsedi. Hayatı paylaştığımız, görkemli bir sevdanın hüküm sürdüğü o destansı günlerden söz etti. Hayli yürümüştük ve on üç yıl öce biten dönemdeki kadar genç değildik. Önünden geçmekte olduğumuz kafeyi göstererek “Burası düzgün gözüküyor, oturalım.” dedi. İçeri girdik ve sakin bir köşeye gittik. Çantasını sandalyenin arkalığına astı. Otururken “Epey yürüdük, yoruldum.” dedi.
    “Evet, sen çabuk yorulursun zaten.” dedim, gülücüğü yine soldu. Bu davranışlarım aslında karakterime uygun değildi, biliyordum ki tepkisel davranıyordum ama bu tarz serzenişlerden de hem kendimi alıkoyamıyordum hem de üzülüyordum. Gelen garsona çay söyledik. Konu uzarsa bu tür serzenişlerden kurtulamayacağını anlamış olmalı ki bana konuşma fırsatı vermeden, artık mazide kalan güzel günlerden söz etmeyi sürdürdü. Sonra bir süre suskun kaldı, buğulu bakışlarına hüzün çöktü, fısıldarcasına;
    “Ben, o günlerdeki kadar mutlu olamadım. İnsan bazı şeylerin değerini kaybettikten sonra anlıyor.” dedi.
Onu kırmak, üzmek istemiyordum ama yine de “Bazı insanlar, herkes değil.” demekten de kendimi alamadım. Kendime kızıyordum. Öfkeli olmakta haklı olabilirdim ama öfkemin esiri olmamalı, mantığıma uygun davranmalıydım. Öfke beni ben olmaktan çıkarıyordu. Başka şey söylemedim. Yörüklere özgü gözlerinden, buğulu bakışlarından alamıyordum kendimi.
    “Bir kez daha denesek, yeniden başlasak o güzel günlere…” dedi.
Bu yalnızca içinde bulunduğumuz koşulların uygunsuzluğu açısından değil, daha çok vicdani açıdan altından kalkabileceğim bir yük değildi. Şu, şu mantıklı nedenlerle mümkün değil demek, şeklen doğru olsa da indirgemeci nitelikte yorumlanabileceğinden ikna edici olmazdı.
    “Sen hala tanıdığım en değerli insanlardansın. Attila İlhan, ayrılıklar da sevdaya dâhil, demiş ya ben de şunu ekliyorum; sel gitse de kum kalıyor geriye. Hissettiğin duygular çok değerli, hatta gurur verici. Ne var ki ne sen ne de ben on dokuz yıl önceki insanlar değiliz, değiştik, başka insanlar olduk,” dedim.
    “Biliyorum; ben de bu nedenle yeniden, yani sıfırdan, dedim.” dedi.
    “Sıfırdan olması mümkün mü; yaşadıklarımızı hafızamızdan nasıl sileceğiz? Bir ses, bir söz, bir davranış bizi alıp çağrıştırdığı anılara götürmeyecek mi? Ayrıca bilirsin Heraklitos’un ünlü sözünü: Aynı nehirde iki kez yıkanılamaz. Sonu çok kötü bitse de biz ömrümüzün en güzel altı yılını paylaştık; bırakalım öyle kalsın. On üç yıl önce kaçırdığımız bir trenin arkasından koşmak anlamsız. On üç yıldır o güzel günleri yâd ediyorum; sensiz yaşama katlanmayı öğrendim. Sen de bensiz yaşamayı öğren. O iki gencin muhteşem sevdaları aşınmadan, eksilmeden, değerinden bir şey kaybetmeden, hafızamızın bir köşesinde öylece kalsın.” dedim, demek zorunda olduğum için.
Yeniden istasyona döndük. İki elimi ellerine aldı, buğulu bakışlarıyla gözlerime birkaç saniye veya birkaç yıl baktı;
    “Seni hiç unutmadım, hiç unutmayacağım Arif hoca. Öldüğümde mezar taşıma bu kadın, koca yürekli bir adam sevdi diye yazmalarını vasiyet edeceğim.” dedi.
Çok dolmuştu içim, dokunsan ağlayacaktım. Fısıldarcasına söylediği “elveda” sözcüğüne gözlerinden süzülen iki damla yaş eşlik etti. O, dönüş için banliyö trenine binerken ben peronda kaldım. Tren hareket edip tekerleğin her deviniminde benden uzaklaşırken, bir yandan ona verdiğim cevabın doğru olduğunu düşünüyor, bir yandan da dokuz veya on dokuz yıl sonra, bir gün, tesadüfen de olsa bir kez daha görüp göremeyeceğimi merek ediyordum.
 Kaldı ki eğer içtenlikle isteseydi kısa bir araştırmadan sonra beni bulurdu. Yeniden başlama isteğini, tesadüfen karşılaşmaya bırakmazdı.

İlginizi Çekebilir

Maneki Neko

Pelin AKSOY

Tablodaki Hayal

Esra ALİMOĞLU

Elli Gümüşlük İhanet

Firdes YARAN KIZILAY