Necla Doğup, Necla İle Ölmek
Derin bir nefes, bir daha… Merdivenleri can havliyle çıkmıştı. Elinde alışveriş poşetleriyle, yetmezmiş gibi telefonu cebinde çalıp duruyordu. Anahtarı çantasında aramamak için daima cebinde taşırdı. O küçücük cep, şimdi dipsiz kuyu olmuştu sanki. Elindeki poşetleri yere bıraktı, kapıyı açtı. Telefon hâlâ çalmaktaydı. İçeriye girerken gözü üzerindeki beyaz kabana takıldı. Rengini bile hatırlamadığı araba, yoldaki göletten hızlıca geçerken sanki özellikle üzerine çamur sıçrasın diye yakın geçmişti. Ne var ki zerre çamurlu su üzerine isabet etmemişti. Ancak araba sıçrattığı o çamurlu suyla adeta duş almıştı. “Allah’ım sana sonsuz şükürler olsun, elbiseme değmemiş bile…” diye içinden geçirirken bir yandan mutfağa, çeşmenin başına gelip musluğu açtı. Bardağı altına uzattığında telefonun hâlâ ısrarla çaldığını fark etti. “Aloo, buyurun!”, gelen kadın sesini tanımıyordu, garip bir endişe ve korku sezinledi. Suyundan yudum alırken kulağı ahizede “Şey, ben Necla! Siz, beni tanımazsınız, hastanedeyim. Çocuklarınızın babası sizi görmek istiyor.” dedi. Elindeki bardak dudaklarına mühürlendi. Derin bir sessizlik. Bardağın dışından içine doğru geçmişin girdaplarına art arda kapılar açılmaya başladı, bir yerde durdu. Sonra tekrar esen bir fırtına ile kapılar kapana kapana gelirken bir kafede nefes aldı. Kafede otururken kendi geçmişinden bahsediyordu karşısında oturan adam. Doğduğunda adı Necdet olacakmış, muhtara öyle söylemişler. Babası bir buçuk, iki yıl sonra muhtarlıktan nüfuz cüzdanını almaya gittiğinde adının Necla olarak yazıldığını görmüş. Bu defa Necla’yı öldürmüşler, yerine ASÎ koymuşlar. Yani toplam üç isim, ya sonra ne olmuştu. Dünya durmuş, zaman durmuştu, o an. O açılan kapılar art arda kapana kapana gelirken bir kapı açık kaldı. Artık evli iki çocukluydular. Hiç aynı odayı paylaşmamış gibiydiler. Adam koltukla, kadın çocuklarıyla nikâhlı. Bir gece, derin bir sese uyanmıştı kadın. Yatağından doğrulup oturmuş, duyduğu sesi çözümlemek istemişti. Yok, yok adam uykuda isim sayıklıyordu. Kadın yataktan kalktı, emin olmak istedi. Adamın başında durdu, heyecanlıydı da “Necla ne olur, Neclaaaa…” deyip deyip duruyordu arada bir de “Çok güzelsin Necla.” diyordu. Kadın ne kadar öyle başında durup dinledi, hatırlamıyordu ama artık emindi. Birisi vardı ve hiç üzülmemişti, kıskanmamıştı bile. Kendine hayret etti. İnsan kıskanmaz mıydı? Acı acı tebessüm etti. “İnsan sevdiğini kıskanır, bizimki zorunlu birliktelik.” deyip başını yastığa koyduğu gibi uyumuştu, endişesiz, tasasız. Tek cümle çıkmıştı ağzından “Allah’ım şahitsin, azad et.” bitti derken sudan bir yudum almıştı ki bardağın içerisinde fırtına tekrar başladı. Kapılar garip bir illüzyonla tekrar kapanmayı sürdürdü. “Hani bitmişti, bitmişti…” içinden başka bir ses yükseldi. “Henüz değil.” ve fırtına durdu, kapanmakta olan kapılar, durdu bir arabanın içerisinde.
Burada çocuk sesleri, kuşlar gibi cıvıl cıvıldı. Bir korku bulutu daima üzerlerinde, bir ejderha kafası vardı etraflarında, uzaklaşamıyor ancak yaklaşamıyorlardı da. Birden gözünün önüne iki çocuk ve bir kadın belirdi, arabadaydılar. Çocukları ve kendisini izlerken gözlerinden süzülen yaşların sıcaklığı, değdiği yerleri ateşe verir gibi geçiyor, ardında derin bir sükûnet ve neşe bırakıyordu. Çocuklarına bakmaya doyamadı, o kadar masumdular, o kadar güzeldiler ki. Onların sesini, tartışmalarını bile izlemek güzeldi.
Çocukların sesleri neşe veriyordu. Seyrederken onların aslında çok şey bilip sustuklarını, kendi rollerini oynadıklarını görüyordu. Kızı sesleniyor;
“Anne, abime bir şey söylesene !”
“Anne, bir şey yapmadım kızına!”
“Hadi çocuklar, ne yaparsanız yapın ama kötü bir şey olursa sizi aynı odaya kapatacağım, ona göre!”
Kız kollarını göğsüne bağlayıp “Bana ne, hep böyle diyorsun! Su verir misin?” dediğinde eğilip şu şişesini kapının cebinden almak, bir telefon bulmasına neden olmuştu. Aman Allah’ım, ne kadar acemiydi, ne kadar! Oysa onca dedektiflik filmi izlemişti, onların elleri hiç titremiyordu. Denemeliydi. Kendi çocuklarının doğum tarihi ile açmıştı. Yaptığı aramada karşısındaki ses zevzek zevzek “Necla yukarıda işi var, yarım saat sonra arayın.” demişti. Telefondan kendi telefonuna yaptığı aramanın kaydını silip acemice cebine koymuştu. Çocuklarının babası hızlıca gelmiş, arabaya binmişti. Kontağı çalıştırdığında, çocuklar önemli şeyleri sezinlemiş gibi susmuştular. Yalnız müziğin sesi ve kadının içinden mırıldandığı duaları vardı. Ta ki eve gelene kadar. Eve geldiklerinde ise telefonun yerinde olmadığı anlamıştı adam. “Sen mi aldın oradaki telefonu, söyle? O telefon bana ait değil, bizim müdürün telefonu.” dediği an, kadında şimşekler çat çat çakmıştı, artık karşısındaki adam ne bir baba idi ne bir koca, hiçbir şey değildi. Asalak olarak yanlarında yaşayan herhangi birisi, Allah için tahammül gösterilen nikâh bağı ve biliyordu bu bağ bir şekilde sonsuza kadar kesilecekti. İçindeki güvenle beraber donmuş, bakışlarını yüzü kırmızıdan bordoya çalan bir renge dönen adamın yüzüne çevirerek “Telefonu al, bir daha doğru, yalan konuş. Senin müdürünün çocuklarının doğum tarihleri, bizimkilere uymuyor.” demiş, telefonu masaya fırlatıp çıkmıştı mutfaktan. Telefondaki ses “Alo, alooo, alooo, orada mısınız Alya Hanım, Alya hanım?”, “Aaa, aaa, evet, eveet, buradayım! Kim demiştiniz, ne olmuştu?” derken Alya, elindeki bardağın dişlerinin arasında kırılmayışına hayret etmişti. Bir anda nereye, nasıl gitmişti? Bu kadın da Necla idi; ne önemi vardı ki artık. Çocuklarının babası Necdet olarak doğacaktı, Necla olarak doğmuştu, sonra Asî olmuştu. Necla sayıklamıştı ve şimdi Alya’yı Necla arıyordu. Tüm bu sorgulamaların arasında ağlamaklı, karşıdan gelen sesten işittiği son sözler kaldı hafızasında:
“Alya Hanım, gelmenize gerek kalmadı, başım sağ olsun.”