Ölüm
Ölüm insanı her anlamda eşitleyen bir statü... Bir yokluk ve hiçlik makamı...
Hiç ölmeyecek gibi yaşamda olurken öleceğimizi bildiğimiz hâlde bile sanki bize daha çok zaman varmış gibi hissettiren bir duygu. İnsan kendine ölmeyi yakıştıramıyor. Kaç yaşında olursak olalım daha yapacağımız çok işler var. Hangimiz kendimizi yaşlı hissediyoruz ki zaten. O kadar kıymetli ve biriciğiz ki bedenimiz, ruhumuz ve aklımız...
Fit ve sağlıklı bir beden için disiplin ile yaptığımız o beslenme programları ve sporlar bir anda anlamını yitiriyor. O kaslı vücudumuz ve harika cildimiz, hayata elveda dedikten sonra -inancımıza göre bu durum tabi ki değişebilir- ya toprağın altına giriyor veya yakılarak küllerimiz denize atılıyor vb. Oysa ne emek vermiştik... Cesedimizin bulunamadığı bir ölüm hâlinde ise cenaze törenimiz bile yapılamıyor.
Yıllarca gece gündüz okuyup ve/veya çalışıp akademik/kurumsal kariyerimiz ile beynimizi büyük bir bilgeye dönüştürdüğümüz o zamanlar... Belki diğerleri gezip tozarken, gecemizi gündüzümüze katıp deliler gibi çalıştık. Parmak ile gösterilen o büyük beyin olduk belki. O beyin de bir gün anlamını yitirmiş olacak. Peki, bize ne kalacak?
O güzel akıllarımız ve vücutlarımıza verdiğimiz emek boşa mı gidecek? Hırslarımıza ne olacak, okşanan egomuz nereye gidecek? Ünlü, zengin ve çok başarılı bir yazar/prof/ceo/iş insanı olsak bile 100 yıl sonra bugün hayatta olan kimse olmayacak ve kimse bizi hatırlamayacak.
Bunlara rağmen bir de en yakınlarının ölümü veya kendisinin ölümcül hastalığının bile hırslarını öldüremediği insanlar var. Bu dünyada kendi menfaatinden başka hiç bir şeyi düşünmeyen kıskanç insanlar. Başkalarının mutluluğundan mutsuz, mutsuzluğundan mutlu olanlar... Herkese deva olabilirken herkese deva olamayan gerçeğin adıdır ölüm...