Umut Masalları -1: Silphium Çiçeği
Bir varmış bir yokmuş diye başlayan masallar, çocukları büyütürken büyükleri de çocuklaştırırmış. Bu öyküyü bitirdiğinde hangisine dönüşeceğine sen karar vereceksin, değerli okur. Umarım her durumda umutlu olursun. Çünkü kaybedildiğinde bulunması en zor şeydir umut. U/mutsuzluk ile mutsuzluk birbirine çok yakındır, fark ettin değil mi? O zaman anlatması benden, umutlanması senden diyerek, başlayalım masala.
Bir varmış bir yokmuş. Dünyanın delisi de velisi de çokmuş. Bunlardan biri de Şehr-i İstanbul’un Balat semtinde yaşayan simitçi Furkan Usta imiş. Baba yadigârı olan tarihi taş fırında gençliğinden beri birbirinden lezzetli simitler, anasonlu galetalar yapar, dükkânın üstündeki iki göz odada, bir başına yaşarmış. Ne çoluk ne çocuk ne de bir eş. Nasip olmayınca olmuyormuş işte. Ama sorsanız ona, her kaderde bir hayır illa ki varmış. O yüzden kaderinden razı, her sabah gün ağarmadan fırınını harlar, simitlerini de nar gibi pişirdi mi ondan mutlusu olmazmış. Esnafı, öğrencisi, turisti derken enikonu müşterisi de varmış. Besmele ile açtığı dükkânını akşamları şükür ile kapatır, komşusu Niko ile birlikte Tahir’in bakkal dükkânı önüne attıkları taburede çay içip hasbıhal ederlermiş.
Günlerden bir gün, garip bir rüya görmüş: Rüyasında göklerde kuş misali uçuyormuş. Üzerinde, etekleri kanat gibi çırpınan uzun beyaz bir gömlek varmış. Aklar düşmüş sakalı adeta gökyüzünden yere değiyormuş. Sakalına bakmak için aşağı eğildiğinde bir de ne görsün? Erkek, kadın, çocuk demeden yüzbinlerce insan ağlayıp feryat figan ediyor, şehrin sokaklarında bir sel gibi akmıyor mu? İçlerinden bazılarının yardım istercesine kollarını havaya kaldırdığını gören Furkan, avazı çıktığınca bağırıp sakalına tutunmalarını söylemiş. Niyeti onları yukarı çekip kurtarmakmış ama kimse ne sesini duyuyor ne de onu görüyormuş. Sanki bir körler ve sağırlar ordusu yürüyormuş sokaklarda. Kan ter içinde uyanıp gördüklerine anlam veremeyince, felaket habercisine benzer bu rüyayı unutmaya karar vermiş. Vermiş ama gece olup da yatağa girince ağlayıp sızlanan insanların görüntüsü, gözünün önünden bir türlü gitmiyormuş.
Furkan Usta’nın huzuru böyle kaçadursun, bir süre sonra güzel şehrin üstüne bir musibet çöreklenmiş. Balat’ın karşı kıyısından doğup gelen insan görünümlü kötü bir büyücü, şeytani güçlerini kullanarak şehri ele geçirip tüm renklerini solduruyormuş. Balat’ın renkli evleri siyaha dönmüş. Kimseler ziyarete gelmez olmuş. İnsanların neşesi, bereketi ve umudu çalınmış. Sadece insanlar değil, ağaçlar, denizler, hatta hayvanlar bile bu musibetten payına düşeni almaya, birer birer yok olmaya başlamış. Fakat büyücünün gerçek yüzünü ne yazık ki az sayıda kişi görebiliyormuş. Geri kalanlar ise onun tarafından büyülendiklerinden kör gözlerle peşinden giderek onu daha da güçlendiriyorlarmış.
Furkan için artık ne simidin ne çayın ne de hayatın eski tadı yokmuş. Güneşli bir öğle vakti, fırınının önüne çektiği taburede can sıkıntısıyla oturmuş, etrafı seyrederken yokuşun başından yukarı doğru gelen beyaz bir leke görmüş. Biraz yaklaşınca bunun bir erkek olduğunu anlamış. Üzerinde etekleri dalgalanan upuzun beyaz bir manto varmış. Mantonun altından görünen bacaklarından beyaz sargılar sarkmaktaymış. Bu hâliyle lahitinden kaçmış bir Mısır mumyasını andırıyormuş. Adamın dosdoğru ona geldiğini fark eden Furkan, oturduğu tabureden kalkmış, gözlerini ondan alamadan neyi beklediğini bilmeden, beklemeye başlamış. Nihayet karşı karşıya geldiklerinde adam yüzünde birikmiş terleri silip bir süre soluklanmış. Sonra cebinden küçük bir kese çıkararak hiçbir şey söylemeden Furkan’ın avucunun içine koymuş ve gözleri ile açmasını işaret etmiş. Furkan şaşkınlık içinde keseyi açıp içindekileri avucuna dökünce, bunların kalp şeklinde bitki tohumları olduğunu görmüş. Beyaz mantolu adam sanki dünyanın en zor işini yapar gibi güçlükle dudaklarını kıpırdatmış ve yıllar süren suskunluğunu bozar gibi çatallı ve zor duyulan bir ses ile “Silphium” diye fısıldamış. Furkan bu adı bir yerden duyduğunu hatırlıyormuş ama çıkaramamış. Adam fısıldayarak devam etmiş:
“Sadece Silphium bitkisi bozar büyüyü. Tohumlarını ek, çoğalt, yaptığın hamura kat; yiyen kör gözler açılacak, büyü bozulacak.”
Bunu dedikten sonra mantosunun eteklerini toplayıp yokuştan aşağı yavaş yavaş inerek gözden kaybolmuş. Furkan, deli mi veli mi olduğunu anlamadığı adamın arkasından şaşkınlıkla bakakalmış. Biraz kendine gelince hemen Niko ile Tahir’e koşmuş. Ama ne gariptir ki aynı sokakta olmalarına rağmen ikisi de adamı görmediklerini söylemiş. Akşam eve gelince atmaya kıyamadığı ama ne yapacağını da bilemediği keseyi bir çekmeceye koyup yatmış. Lakin gece boyu çekmeceden gelen tıkırtılar yüzünden gözüne bir türlü uyku girmemiş. Ertesi gece de böyle devam edince, sırf seslerden kurtulmak için tohumları büyükçe bir saksıya ekmiş. Sabah olduğunda bir de ne görsün? Tohumlar bir gecede büyüyüp upuzun sapsarı renkli çiçekler açmamış mı? Furkan o zaman hatırlamış çocukken babasının anlattığı öykülerde adı geçen ve ölümden gayrı her derde deva olan Silphium çiçeğini. Uzun uzun seyretmiş. İki bin yıl önce nesli yok olan bu bitkinin, şimdi odasında olduğuna inanamıyormuş.
Evet değerli okur, hayatın inanılmaz şeyleri gerçek kılmak gibi bir gücü her zaman vardır. Böyle olunca da aslında hiçbir şey masal değildir ya da tüm hayat her an gerçekleşebilecek bir masaldan ibarettir. Bir rivayete göre o günden sonra Furkan Usta, Silphium çiçeğini hamur teknesinden eksik etmemiş. Her gece ektiği tohumlar sabaha çiçek oluyor, hamuruna katılıyormuş. Tepsi tepsi pişirdiği simitleri, el arabasına yükleyip tüm şehri sokak sokak geziyor, çoğu kez de insanlara parasız dağıtıyormuş. Arkadaşları onun delirdiğine hükmetseler de keyfi çok yerindeymiş. Simitlerinden yiyen insanların gözleri açıldıkça körler ülkesi de yavaş yavaş aydınlanmaya başlamış.
Balat’ın karşı kıyısındaki sarayda ise kara bulutlar dolaşmaktaymış. Gücünün gittikçe azaldığını anlayan büyücü, öfkeden deliye dönmüş halde sarayında bir aşağı bir yukarı turluyor, yeni büyüler yapmanın yollarını arıyormuş. Bir akşam, her zamanki gibi yatmadan önce kestane balı ve hurma katılmış keçi yoğurdunu yiyip ertesi güne yapacağı kötülükleri hayal ederek uyumuş ve bir daha da uyanamamış. Büyücünün muhafızları, bu vakitsiz gidişin nedenini araştırmışlarsa da bulamamışlar. Yalnız içlerinden biri, önceki akşam sarayın etrafında dolaşan ve sözde şifalı tohumlar satan, beyaz mantolu berduş bir adam gördüğünü söylemiş. Ama kimse bunu önemsememiş. Sarayın bahçıvanı ise sırf büyücüye yaranmak için satın alıp şifa olsun diye yoğurduna kattığı tohumlardan, kimseye söz edememiş.
Masalımız da böylece bitmiş. Gökten üç elma düşmüş, biri Furkan Usta’nın, biri beyaz mantolu adamın, biri de kimin istersen onun başına olsun değerli okur. Yeter ki bugünün ve yarının umutlu olsun. Çünkü en büyük sihir hayatın kendisidir.