Yaratıcı Yazarlık/ Kalemin Ucundaki Sonsuzluk/ Üstkurmaca
Bazı hikâyeler vardır, içine düşer, kayboluruz. Dünya silinir, geriye yalnızca o hikâyenin gerçekliği kalır. Ama bazı hikâyeler de tam o derin anda, ansızın omzumuza dokunur ve fısıldar:
"Biliyorsun değil mi? Ben yalnızca bir kurguyum."
İşte o an, edebiyat sonsuz bir aynalar koridoruna dönüşür. Hikâye kendi varlığının bilincine varır; okur ise artık yalnızca bir izleyici değil, anlatının ortağı, hatta yaratıcısı olur. Bu büyülü kırılmanın adı üstkurmacadır.
Edebiyat tarihinde kurmaca, uzun süre görünmezliğini koruyan bir yapı olarak değerlendirildi. Yazarın metnin arkasında saklandığı, adeta tanrısal bir iradeyle kontrol ettiği klasik anlatı anlayışı; modernist ve postmodernist kırılmalarla birlikte yerini daha sorgulayıcı ve bilinçli bir yapıya bıraktı. Bu yeni yapının merkezinde ise anlatının kendi kurgusallığını ifşa etmesiyle tanımlanan üstkurmaca (metafiction) yer aldı.
Üstkurmaca, metnin kendi kurmaca doğasını varoluşsal bir bilinçle okurun gözleri önüne serdiği bir anlatı biçimidir. Klasik anlatının konforlu yalanına sırt çeviren bu yaklaşım, modern edebiyatın en radikal ve cesur hamlelerinden biridir. Postmodern romanın gözbebeği sayılabilecek bu teknik, metnin yalnızca bir dünya anlatmadığını; aynı zamanda kendi varlığını tartıştığını göstererek, gerçek ile kurmaca arasındaki o incecik çizgi üzerinde cambaz gibi yürüyen metinler yaratır.
Artık anlatı, yalnızca bir olaylar zinciri değil, aynı zamanda kendi oluşum sürecini de sahneleyen bir yapıdır. Anlatıcı sahne arkasına çekilmez, görünür olur. Kahramanlar yazgılarını sorgular; kurmaca dünya, gerçek dünyanın karşıtı değil, onun ironik bir yansımasına dönüşür. Okur hikâyeyi yalnızca okumaz onun bir parçası hâline gelir.
Ne kadar kusursuz görünürse görünsün, anlatılan dünya her zaman bir hayal ürünüdür. Üstkurmaca, bu hayali bozmak için değil, gözler önüne sermek için vardır. Hikâyenin kendi gerçekliğini ifşa etmesi, metne derinlik katar. Okuru pasif bir tanık olmaktan çıkarır, düşünceye ortak eden, anlatının bilincine varmış bir yol arkadaşına dönüştürür. Üstkurmaca, edebiyatın kendi diline, yapısına ve yazar-okur ilişkisine ayna tutar. Metni yalnızca “anlatılan” bir içerik olmaktan çıkarır; yaşayan, sorgulayan bir organizma hâline getirir. Artık metin yalnızca “ne anlatıyor” değil, “nasıl, neden ve kim anlatıyor” gibi daha derin soruları da gündeme getirir.
Her ne kadar modern ve postmodern edebiyatla özdeşleşmiş olsa da üstkurmacanın kökleri daha eskiye uzanır. Miguel de Cervantes’in Don Kişot’u, karakterlerinin yazınsal varlıklarının bilincinde olmasıyla erken bir üstkurmaca örneği sunar. 20. yüzyılda ise Italo Calvino, John Barth ve Jorge Luis Borges gibi yazarlar; metnin kendi varlığını sahnelemesini sistematik bir üstkurmaca anlayışına dönüştürmüşlerdir. Türk Edebiyatında ise Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, anlatının kırılgan yapısını gözler önüne sererken; İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası, karakterlerini düşlerin ve hikâyelerin iç içe geçtiği labirentlerde dolaştırarak, kurmacanın doğasına işaret eder. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı yapısal olarak hem de içerik bakımından çok katmanlı, deneysel ve postmodern özellikler taşıyan bir romandır.
Üstkurmaca anlatılar, anlatı içinde anlatı barındırır. Yazar, kurmacanın yalnızca bir illüzyon olduğunu saklamaz, tam tersine metin içerisinde bu illüzyonu bozarak kurmaca içinde yeni bir kurmaca yaratır. Bu metinlerde yazar ile okur arasındaki mesafe kapanır. Yazar, doğrudan okura seslenir; kendi yaratım sürecini, şüphelerini, karar anlarını okurla paylaşır.
"Sevgili okur, şu anda senin gözlerinin önünde şekillenen bu cümleyi yazarken kahvemden bir yudum alıyordum. Belki sen de bir yudum kahveyle devam edersin okumaya."
Okur, hikâyenin sadece pasif bir alıcısı değil, anlatının oluşumuna katılan etkin bir ortak olur.
Bir metnin üstkurmaca olarak yazılması, yazarın yalnızca hikâye anlatmakla yetinmeyip o hikâyenin nasıl anlatıldığını, anlatının hangi yapısal tuzaklardan geçerek şekillendiğini daima görünür kılmasıyla mümkündür. Klasik roman, bir hikâye anlatır. Postmodern roman ise hem hikâyeyi hem hikâyenin yazılma sürecini hem de anlatıcının bu süreçle ilişkisinin gizlerini anlatır. Metin çok katmanlı bir yapıya kavuşur.
"Bu hikâyeye üç kez başladım. Her seferinde başka bir karakter anlatının iplerini elimden çekip aldı." diyen bir anlatıcı, okura kurmacanın sahne arkasını gösterir ve hikâyenin oluş sürecini doğrudan anlatıya taşır.
Üstkurmaca, yazara gerçeklikle oynama alanı sunar. Gerçeklik algısı derinleşir, hikâyenin kurmaca olduğunu bilmek paradoksal biçimde anlatının samimiyetini artırır. Metin, “gerçek” olanla “anlatı” arasındaki ince çizgiyi açığa çıkarır.
“Bugün İstanbul’da yağmur yoktu ama bu cümlede var. Çünkü seninle buluşmamız için yağmur gerekliydi. Gerçek beni dinlemedi; ben de onu hikâyeme almadım.”
Hikâye içinden bir karakter, "Bu dünya gerçek değil." diyebilir. Anlatı, gerçeklik duygusunu sarsar ve okuru kendi varoluşundan şüpheye düşürür.
Üstkurmaca anlatıcıyı aktif bir figür olarak öne çıkarmaktır. Anlatıcı, hikâyenin sahnesine iner. "Ben bu hikâyenin anlatıcısıyım. Size yalnızca bildiklerimi söyleyebilirim. Bildiklerimse yazdıkça değişiyor." diyerek kurmacanın canlı, değişken yapısını vurgular. Anlatıcı burada gizlenmez, aksine anlatının varlığında aktif bir rol oynar.
Üstkurmaca tekniğini kullanmayı düşünürseniz bilmelisiniz ki bu yol hem metnin içinde hem dışında olmayı gerektirir. Hikâyeniz karakterler kadar, yazım süreciyle de var olur. İşte size birkaç altın öneri:
Okura dürüst yalanlar sunun. Hikâyenizin kurmaca olduğunu kabul ettirin, ama bu kabul ediş merakı yok etmesin. Tıpkı bir sihirbazın numarasını açıkladığında bile büyünün devam etmesi gibi.
Anlatıcıyı görünür kılın. Anlatıcı sessiz kalmasın. Hikâye boyunca yazar gibi düşünmeli, bir karakter gibi konuşmalı, bir arkadaş gibi okura dokunmalı.
Metnin gerçekliğini sorgulatın. Gerçek bir olay anlatsanız da bunu kurmaca gibi sunun. Kurgu bir olay yazsanız da bunu gerçeğin içinden fısıldayın. Okur hep iki arada bir derede kalsın.
Hikâye içinde hikâyeler kurun. Üstkurmaca, sık sık başka metinleri referans alır, alıntılar yapar, hikâye içinde yeni hikâyeler kurar. Bir hikâyede başka hikâyelerin, metinlerin, kitapların izine rastlarsınız. Anlatıcı başka metinlerle konuşur. Tıpkı İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlas’ında yaptığı gibi, hikâyenizden başka hikâyelere, rüyalara, masallara geçiş yapın.
Okura seslenmekten çekinmeyin.
“Bu satırları sana yazarken, senin beni okuyacağını biliyorum. Belki de bu yüzden karakterlerime ad vermiyorum. Senin hayal gücün, onları benden önce tanıyacak.”
Bu cümleyle başlayan bir hikâye, yazıldığı andan itibaren okuru ortak yazar hâline getirir. Yazar için bu, yalnızca bir teknik değil, metnin ruhunu canlı tutma yöntemidir.
Aşağıdaki alıştırmalar size ilham verebilir.
Bir karakter yazın, hikâyenin sonunu reddetsin.
Anlatıcının hikâyeden şüphe ettiği bir sahne kurun.
Okura doğrudan seslenen bir giriş cümlesi deneyin.
Eğer bir gün bir hikâye başlar başlamaz size dönüp,
"Bu hikâyenin bir parçası olduğunun farkında mısın?" derse
Bilin ki o hikâye üstkurmacanın kapısını çoktan aralamıştır.