Kurumuş Bir Güldüm, Şimdi Goncaya Döndüm

İstanbul gibi bir metropole bu kırık kalbimle daha ne kadar dayanabilirdim. Hayattan yediğim sert bir tekme beni ta Yedikule Zindanları’na savurdu. Hem de en güvendiğim insan tarafından. En çok koyan da bu oldu zaten. Gözüm sonradan açıldı ama iş işten geçmişti. Bedenim sıkılmış bir tahta bezi gibi kupkuruydu. En önemlisi de onurum zedelenmişti. Güneş batmış mı doğmuş mu bilmeden bir odaya tıkılıp kaldım, bir tutuklu gibi, hiç kıpırdamadan. Sadece nefes aldım. Yaşamadım. Ne telefonlara cevap verdim ne de çalan kapıyı açtım. Ama ne olduysa bir gün içime kanatlarını sürekli çırpan bir kelebek kaçtı ve beni o girdaptan çekip çıkardı.

O umutla, kalkıp her yaz gittiğimde ruhumu onaran Datça yollarında buldum kendimi. Şubatın ayaza kestiği İstanbul’dan arkama bakmadan kaçtım. Plansız, hesapsız, kırgın…

Dikiz aynasına her baktığımda Yalçın’ın sahte yüzü, gözümün önünde belirdi. Boynuma doladığı iple beni kukla gibi oynattığını görebiliyordum. O ne derse yapıyor, gel deyince geliyor git deyince gidiyordum. Şirkette yükselmek için göz diktiği koltuğumu türlü kalleşliklerle elde etti. Kullanılmaya bu kadar sessiz kalıp onun çevirdiği dolapları, hain planları görmediğime göre aşktan gözüm o kadar kör olmuştu. Para ve mevki hırsı ile duygularımla oynadı sonra da asıl hedefi patronun kızına yönelip, onu elde etti. Şimdi evli, mutlu mesut inşa ettiği yalan hayatını yaşıyor. Şaka gibi! Dışarıdan baktığımda onun bana yaptığı ihaneti dizi izler gibi gözümde canlandırıyorum. Aslında suçlu benim. Kırk üç yaşına kadar evlenmemiş doğru kişiyi bulacağım diye armudun sapı üzümün çöpü diyen ben büyük tongaya düştüm. Benim gibi başarılı, çalışkan bir iş kadını, her şeyi ince eleyip sık dokuyan, ihtiyatlı biri onun yalanlarına nasıl kandım. Ah! Aptal Selin, ah! Orijinal yağlı boya tabloyu sahtesinden ayıramadın önüne çıkan uyarı levhalarını hep es geçtin. 

Düşünceler ve keşkelerle uzun süren bir yolculuktan sonra vadilerin arasından Datça yarımadası göründü. Nefes kesen bir güzellik, elektrik süpürgesi gibi beni içine çekti.  Akdeniz ve Ege Denizi’nin muhteşem maviliği, kış mevsimi olmasına rağmen yeşilin, doğanın canlılığı ruhuma daha ilk dakikada iyi geldi. Kızarmış ekmeğin üzerine sürülmüş yağ gibi eriyip gittim.  

Merkezde deniz görür butik bir otele yerleştim. Otel sahipleri de sıcakkanlı insanlara benziyor. 

“Badem çiçeği zamanı en güzel zamandır. İyi seçim.” dedi insan sarrafı kadın, baş parmağını havaya kaldırıp. Kadına gülümserken “İyi seçim.” cümlesine takıldım. İşte ben o iyi seçimi yapamamıştım. Bunun adı şansızlık mı? Kader mi? Ya da şapşallık mıydı? Meğer bu kadar iş temposunun içinde aşk cahili kalmışım da haberim yokmuş. İlk gösterilen elma şekerini büyük bir iştahla yalamıştım. Kadın bendeki durgunluğu fark etmiş olacak ki

“Burasının kışı yazdan daha iyidir. İnsanın derdini, tasasını alır götürür. Yarın sabah erkenden bir çıkın, dolaşın yeni çiçeklenen badem ağaçlarının kokusunu içine çekin. Yaprakların üzerine düşen çiy tanelerine bakın. Kumsalda yürüyün; hem de çıplak ayak, denizin parmak aralarına bıraktığı serinliği hissedin.” Kadın sonra yanıma gelip elimi tuttu. “Tüm bunlar ruhunuza çok iyi gelecek.” deyip usulca odadan çıktı.

Kadın gittikten sonra hemen banyoya koşup aynaya baktım. İçime yerleşen tatsız konuk beni ne kadar ele verdi diye yüzümü inceledim. Göz altlarıma mor ve kahverengi karışımı bir far sürmüştüm sanki, sarı beniz bir çehrede, dudak kenarlarıma yerleşen derin çizgiler iyice beni aşağı çekmişti. Karşımda bedbaht, karpuz gibi elden ele atılan perperişan bir kadın vardı.  

Ertesi sabah kadının dediğini yaptım, kendimi Datça’nın müşfik kollarına bıraktım. Deniz kıyısında yürüdüm, ayaklarıma bulanan kumların gıdıklamasıyla başımı kaldırıp mavi ipekli gibi yayılmış denize baktım. İyot kokusunu bana getiren rüzgâra teşekkür ettim. Kadının dediği gibi badem çiçeklerinin etrafa yaydığı kokuyu derin derin içime çektim. Her bir ağaç, bir gelin gibi bahçelere yayılmıştı. Yine aklıma geldi. “Gelin” bedenim kaçtı ama ruhum maziyi hatırlatan sınırlarda gidip geliyor. Aklıma gelen kötü hatıraları silmek için gözlerimi kapattım. Kıyıya vuran dalgaların sesini dinledim. Bir yelpaze gibi aheste aheste sallandım. Sonra kendimi şirin mi şirin bir kafede buldum. Burası samimi, sıcacık bir yerdi. Ofis kokmuyor. Yalancılık, ikiyüzlülük yok. Nişantaşı kafelerinin yapaylığından uzak. Tamamen saf ve duru. İçimdeki cerahatin yavaş yavaş çekildiğini hissederken kulağıma bariton bir ses geldi.  

Sesin geldiği yöne dönünce başında şapkası, gür sakallı, derin bakan bir çift gözle göz göze geldim. Adam benim ilgimi görünce kalın pürüzlü sesini daha da yükseltti. 

“Bazen rüzgârın saçımı dağıtmasına, 

Yağmurun yüzümü ıslatmasına, 

Birilerinin kalbimi kırmasına izin veririm.

Sonra; saçımı toplarım, şemsiyemi açarım ve kalbimi kapatırım. 

Hepsi bu…”

Birisi yüreğimin orta yerine birikmiş ıstırabı oltayla çekip almıştı sanki. 

“İçime ayna tuttunuz resmen. Can Yücel değil mi? Can Yücel’e hayrandım şimdi hayranlığım daha da arttı.” Adam, Can Yücel’in tıpatıp aynısıydı. 

“O üstat gibi olamam tabii ama en azından böyle kalbi kırık genç hanımları teselli edebilirim.” 

“O kadar belli oluyor yani.” Adam gür bir kahkaha attı.

“Tecrübe küçük hanım, tecrübe.” Adam, Selin’in şaşkın bakışları arasında şiirler okudukça okudu.  

Selin, Datça'da aylarca kaldı.  Her gün o kafeye gidip o adamla uzun sohbetler yaptı. Gün geçtikçe iyileşti. Güneş bir bedeninden bir ruhundan girip onu tekrar hayata bağladı. Sonra dudaklarından, “Buraya geldiğimde kurumuş bir güldüm. Şimdi goncaya döndüm.” sözcükleri döküldü.  



 


İlginizi Çekebilir

Ben’i Bırakmak

Nurseli TÜFEKÇİ

Araf

Türkan VARDAN BAYDAR