Dede Bakkal

“Yokuştan aşağı gel, çam ağaçlarını göreceksin, köşedeki bakkaldan sola dön, pencerede seni bekliyor olacağım.”51 yıldır evimizi böyle tarif ediyorum. Dede bakkal, ben 7 yaşındayken mahallemize taşındığımızda oradaydı. Bütün mahallenin semtin gören gözü, duyan kulağıydı. Torunu yoktu, yaşlı olamazdı babamın arkadaşıydı da ama dede bakkaldı. Uzun boylu, geniş omuzlu, hafif kambur eskilerin deyimiyle enine boyuna bir adamdı. Geniş alnı, ablak yüzü büyükçe burnu fırça gibi bıyıkları, sakalı, sol yanağında da belirgin çukur ve izler vardı. Başından çıkarmadığı takkesi, yaz kış üzerinde grinin her tonundan karısı Yeter teyzenin ördüğü el örgüsü hırkalar giyerdi.

Lakabı ören Yeter, örgücü Yeter’di. Mahallenin teyzeleri “Yeter gece uyumadın mı? Bu hırkayı ne zaman ördün, örneğini bize de ver.” deseler de Yeter teyzenin örnekleri yeminliydi. Yemin bozulup örnek verilmezdi. 

Ayağa kalkınca anca kalçasına kadar gelebildiğimiz kadar uzun boylu, bir eli yüzümüzü kaplayan, bize göre devasa o adamın küçücük bakkal dükkanına nasıl sığdığına çocuk aklımızla akıl sır erdiremezdik.  

Heybetli dede bakkalın karısı kısa boylu, azıcık tıknaz, çiçekli elbiselerinin üzerine -o da mutlaka iki yanı cepli el örgüsü yelekler giyer- yeleğinin rengine uyan oyalı tülbent takar kocasının yerine de konuşan, konuşmayı pek seven bir teyzeydi.

Akşam vakti el ayak çekilince tezgâhın arkasında seccadesini serip namaza durmuş dede bakkal. O, secdedeyken dükkanına hırsız girmiş, secdesini bitirip ayağa kalkınca burun buruna gelmişler. Biraz boğuşmadan sonra hırsız ateş etmiş, kurşun yanağından girip çene altından çıkmış. Hem korkudan hem de kurşunun tahribatından konuşma yetisini, sesini kaybetmiş. Sadece zorlandığında bağırtı gibi sesler çıkartır, söylemek istediklerini el kol, kaş, göz hareketleri ile anlatırdı. Onun yerine konuşmayı seven karısı konuşur, konuşmayı uzatınca sert yüz ifadesi, iri gözleriyle bakar Yeter teyzeyi sustururdu. Mahallenin teyzeleri bak şu dede bakkala, Yeter’i dut yemiş bülbüle çevirdi yine, derlerdi.

O küçücük dükkanına bir eve ne lazımsa sığdırırdı. Elindeki bezle sürekli siler, bir şeyler yerleştirirdi. Camekanın alt rafında aspirinler, gripinler, kadınların güzellik uzmanı badem sütü, nivea krem, tırnak makası, tarak; erkeklerin sinek kaydı tıraşı için jiletler, tıraş köpükleri, tıraş fırçaları. Üst rafında nizamı şekilde sıralanmış kibrit, maltepe, samsun, birinci sigaraları.

Camekanın ortasından gerilen ipte çocukları cezbetsin, dedeler almayı unutmasın diye şemsiye çikolata, horoz şekeri, leblebi tozu, çatapatlar, kız kaçıranlar asılırdı. Arka taraftaki tahta rafların en üstünde gaz yağı, tuz ruhu, ispirto. Orta rafta omolar, tursiller, vimler, arap sabunları, komili, hacı şakirler olurdu. Alt rafa makarna çeşitleri, çay, teneke kutuda salçalar, vita yağlar.

Buzdolabında üst rafa gazozlar, altta tenekede beyaz peynir, kırmızı leğende lor, tepside üzeri bir karış kaymaklı yoğurt, paket paket sana yağlar kalıp gibi dizilirdi. Dolabın üzerinde içi samanla dolu sepette yumurtalar, sofra beziyle örtülü ekmekler. Çuvallar da o günlerin fakir yemeği kuru fasulye, pirinç, mercimek, toz şeker, irili ufaklı şekilsiz kıtlama şekeri. Tezgâhın üzerinde terazi, terazinin gramları, karikatürlü tipitip cingöz sakızları ve ay başında ödenecek kabarık veresiye defteri.

Eskiden bisküviler pakette değil kenarları parlak boyalı süslü, ortasında küçük camları olan teneke kutularda satılırdı. Gramla tartılarak paran kadar alırdın. Finger, petibör, açık gofret, kremalı, fındıklı bisküvi çeşitler bu kadardı. Bisküvi kutuları açılınca dükkâna kokuları yayılır, fındıklı bisküvi kutusu açılınca bana göre tüm mahalleyi fındıklı bisküvi kokusu sardı.

Mor salkımlı akasya ağacının altında mahallenin teyzeleri çekirdek çitleyip iki çift lafın belini kırarken herkes herkesin psikoloğu, evlilik danışmanıydı. Birbirlerine terapi uygularlardı. Bu günlerdeki gibi dedikodu yapmak, gıybetin dibine vurmak yoktu. Yüzüne söyleyemeyeceğimi arkandan söylemen vardı. 

Yazdan alınan odun, kömür imece usulü taşınır, nişanlarda, sünnetlerde ikramlar, limonatalar, evleneceklerin çeyizleri elbirliğiyle hazırlanırdı. Cenazelerde acılı ailenin yanında olunur, yedi Mevlüt’üne kadar yemek yaptırılmazdı. Üst sınıflara giden abiler, ablalar küçüklere kerrat cetvelini ezberletir, biliyorum da anlatamıyorum diyen babaların yerine ders çalıştırılırdı. Öğleden ikindiye kadar oturulan o ağacın altında dertler, tasalar ertesi güne yere atılan çekirdek kabukları gibi uçup giderdi.

Dede bakkalın karşısındaki boş arazide mahallenin erkek çocukları top oynar, kız çocukları kenarda evcilik, çamurdan pasta yapıp üzerine çiçekler kondururlardı. Bazen top kaleye girip gol olmayınca arada komşu camı kırılır, “Senin yüzünden doğru pas vermedin.” bağrışmaları arasında, “Gözün kör olmasın yine mi!” nidaları havada uçuşurdu. Oyunun en tatlı can alıcı yerinde akan burunları, dökülen terleri kollara üstümüze silerken; 

 -Duymuyor musunuz? Dede bakkal size sesleniyor.

 Biz oralı olmaz, o tarafa bakmazdık.

-Kime diyorum? Dede bakkal bağırıyor, koşun.

-Yaa öff, konuşamıyor ki nasıl bağıracak. Hem dersimi yapmadım, öğretmenime gönderecek. 

-Gitmem, sen git.

-Ben gitmem oğlum dün gitmiştim. İki gündür karnım ağrıyordu camiye gitmedim. İnadına beni de hocaya yollar.

-Tombili sen git. 

-Gitmem, siz gideceksiniz.

-Niyeymiş?

-Hele gitmeyin, tipitip aşırdığınızı söylerim. Haa, bir de dede bakkalın şapkası delilerin hunisine benziyor demiştiniz, hepsini anlatırım.

-Vay ispiyoncu!

-Bak hâlâ gitmemişler, terlik geliyor. Bisküvileri yerken iyiydi.

-Hıı, bir tanecik veriyor!

-Yok, kaç tane verecek, teneke kutuyu önüne yığsın istersen. Bak hâlâ duruyor!

Bu konuşmalar hep olur, hepimizin annesinin terliği havada uçuşurdu.

-Dün uçan kazı seyrettin mi?

-Yok, tam seyredemedim.

-Neden?

-Hatice’nin babaannesi öldü ya.

-Mevlüdü okundu, yine mi açmadınız?

-Misafirleri gitmemiş Hatice’nin. Annem sesi duyulursa ayıp olur, dedi.

-Hatice de kaç gündür oyuna gelmedi.

-Ooo Hatice’ye değil, neticeye mi bakalım?

-Sus oğlum dombili duyar, herkese yetiştirir.

Mimikleri, el kol hareketleriyle nasıl yapar nasıl anlatır, biz nasıl anlayıp yapardık hâlâ bilemiyorum. Üşenir miydi ondan korkar mıydık, babalarımızın söylemlerinden sayar mıydık, yoksa komşularımıza yardım edelim diye mi çırağıymışız gibi işlerine bizleri koştururdu. Herkesi tanır bilir, her şeyden haberi olurdu.

Öğretmen okuldan geldi, ekmeğini almayı unuttu; hoca camide, hanımı bebeğin sütünü almaya gelemez, yeni gelin gebe bakarak olun. Güneş teyzenin kulakları duymuyor, ziline uzun basın. Ülkü’nün bacakları ağrıyor, kapıyı açmasını bekleyin. Amcanın ekmeğini, sigarasını camdan uzatın. İspirtoyla gazyağı küçüklere verilmez, gençlere sigara satılmaz. Hava kararmaya başlayınca ezan okunuyor diye işaret eder, bizi eve yollar, kapıdan içeri girdik mi diye arkamızdan bakardı. Bu yüzden oyunun sonunu göremezdik. Bir keresinde benim golümle aşağı mahallenin takımını yenecektik. Ezan okundu diye başımızın etini yedi. Onun yüzünden maçı kaybettik. Ben de sinirle “Ezan okundu, ezan okundu, biz namaz mı kılıyoruz niye eve gidiyoruz? “demiştim. Hocanın ve babamın kulağına gitmişti. Mahallenin bıçkın delikanlıları bakkalın önünde gazoz içiyor olsa elinin tersiyle kenara iter, genç kızlar rahatsız olmasın, laf söz gelmesin diye yol açardı. Mahallemizin hastasını, ustasını, cenazesini, düğününü, mevlüdünü, kavgasını, boş evini her şeyi bilirdi. 

Kabarık veresiye defteri, koca bedeninden daha büyük kalbiyle küçücük dükkanına sığardı. Hâlâ adını bilmediğimiz konuşamayan dede bakkal, mahallemizin yüksek sesi olurdu. 

 


İlginizi Çekebilir

Her Şey Yarım

Sevgi TÜRKMEN

Hayat Kırıklığı

Gizem YAZGAN

Başarı Nedir

Serpil GÜNDAY