Ses
Söylenecek söz vakti değil, duymak incitici bir eylem… Kulaklarım da eskisi gibi duymuyor zaten. Kelimeler ağır geliyor. Harap edilmiş bir hiçlik mabedinin dışavurumcu tasavvurundan akan isyankâr sözler duyacaksınız şimdi. Çünkü ben artık dinleyemem, konuşmak istiyorum.
Kemerli yollarla bezeli sokaklar üzerinde erimiş çocukluğumun uzantısını yaşıyorum hala. Yorgun ve bitkin. Halsiz ve görünmez. Ne kadar da ilginçti “algıda seçicilik” diye bir söylemi 10 yaşında öğrenmiş olmam. Bir dakika… Bir dakika… Benim 10 yaşında sokakta oyun oynamam gerekmiyor muydu? Neden ben psikoloji kitaplarına dalmış bir halde kendime garip bir dünya yaratıyordum? Nasıl? Neden? Niçin? Ne amaçla? Bunları sormanın vakti miydi?
Soru sormayı hayat gailesi haline getirmeyi içten içten bir yerlerde istediğimi sanmıyorum. Aynı şekilde, bu kadar sorudan geçit vermez kalelere sebep olmayı da… Ama düşünüyorum da… Hayır, düşünmüyorum. Ben bir kitap karakterinin kafasından geçen monologlar olmaktan vazgeçtim. Ben bir Ses ’im. Kendini duyurmak isteyen bir Ses. Gücünü ifade etmek için, gücünü toparlamaya çalışan bir Ses…
Titreyen bir sesi kimse duymak istemez. Duyulmak istenmeyen de görmezden gelinir. Buydu değil mi algıda seçicilik? Sanırım buydu. Zira psikoloji kitaplarını bir kenara bırakalı çok oldu. Hatırlanmak istenmeyen de unutulur elbette ki bir müddet sonra.
Yaralar, plasebo etkisi ile iyileşir. Çehreler, kandırmak için güler. Hayat, var olmanın yok oluş biçimidir. Ses ’in duyulabilmesi için bir yerlere çarpması gerekir. Çarpacak yer bulamayan Ses, uzay boşluğunda kaybolmaya mahkumdur.