İstanbul'da Bir Soluk
Bugün benim doğum günüm. Bütün aile bir arada alkışlar eşliğinde altmış dediler. Küçük oğlum ağzı dolusu öyle bir altmış dedi ki! Ooo altmış ha! Ne olmuş? En güzel yaş değil mi? Hayatın içinde, ama biraz da kenarında… Acele etmeden, daha çok fark ederek… Üstelik artık otobüse, metroya, vapura yarı fiyatına bineceğim. Emekli biri için az şey mi? Gülüşmeler eşliğinde pasta kesilirken oldukça mutluydum.
Vakit geçirmeden birkaç gün sonra ilk işim Kadıköy rıhtım’a inmek oldu. Tabii İstanbul kart çıkartmak için gitmiştim meğer artık her şey internetten hallediliyormuş. Boşuna gelmişim desemde canımı niye sıkacağım ki adımlarımı ağırdan alıp Beşiktaş İskelesi’ne yöneldim. Üst kattaki kütüphaneden iki kitap ödünç aldım. Terasa çıktım. Sol köşede her zaman oturduğum masada yerimi aldım. Hava mis gibi. Kış mevsimi bahar tadında bugün.
Kitapları masaya koydum. İçerden demli bir çay ve bir simit aldım. Pek severim bu ikiliyi. Çay ve simit. Karşımda Haydarpaşa… Yılların yorgunluğuna, yangınlara, ihmal edilmişliğe rağmen dimdik ayakta. “Kırılsam da dökülsem de buradayım.” der gibi. Sağımda Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı… Tarihin yükünü taşırken zarafetinden bir şey kaybetmemişler.
Deniz… Bir durulup bir köpürüyor. On dakikada bir vapurlar dolup boşalıyor. Martılar, İstanbul’un kadim yoldaşları, terasın etrafında dönüp duruyorlar. Bir simit parçasına şükranla yakalıyorlar. Aç martılar, tok teşekkürler…
Bir vapurun en üst katında, siyah gözlüklü bir kız ve siyah kazaklı bir erkek, fonda Haydarpaşa ile selfie çekiyor. Gülüşleri fotoğrafa sığmaz gibi.
Sağ taraftan bir şarkı geliyor. Yabancı bir dilde. Anlamıyorum ama hoşuma gidiyor. Belki yalnızlık böyle bir şeydir; anlamasan da kulağını okşayan bir melodi gibi.
Gökyüzü, maviyle gri arasında gidip geliyor. Deniz, Haydarpaşa gibi sırtını rüzgâra vermiş duru. İstanbul yine İstanbul işte… Gösterişli, yorucu, büyüleyici, kırılgan… Ve ben, bu şehrin tam ortasında, bir çayın sıcaklığına, bir kitabın sessizliğine, bir martının kanadına tutunuyorum.